İran coğrafyasının kokusunu halâ üzerimde taşıdığım için sıcağı sıcağına Şia hakkında, imamet hakkında, velayet hakkında sorular soruyorlar insanlar, haklı olarak. Bazı cevaplar veriyorum ilk ağızdan işittiğim kadarı ile, şaşırıyorlar. Kimisi “halâ mı?” derken, kimisi “vay be gelişme var demek ki” diyebiliyor.
Yine doğrudan şahsıma yönelik, “E nasıl buldun Şia’yı, Caferi olur musun mesela?” gibi sorularla da muhatap oluyorum. Konuya ilişkin düşüncelerimin tamamını içermese de birkaç cümle kuracağım, yukarıdaki fotoğraftan yola çıkarak.
Bu fotoğrafı Tahran’da, Humeyni Havaalanı’nda çekmiştim. Havaalanının en büyük salonunun en görünen yerinde üç tablo vardı. Solda Humeyni, sağda Hamaney, hemen altlarındaki bilboardda ise Samsung. İran coğrafyasına ayak bastıktan sonra ilk fotoğrafım bu oldu, ilk gözüme çarpan, ilk dikkatimi çeken üçleme buydu. Samsung’la bir alıp veremediğim yok yanlış anlaşılmasın, meseleye bir başka açıdan bakıyor oluşumu formülize etmeye çalışacağım.
İnsanlar arzın talebe göre şekillendiğini söylerler ve böyle inanırlar fakat kesin olan bir şey vardır ki arz talebe şekil verir. Yani insanların/Müslümanların yaşamlarını değiştirmesi/şekillendirmesi gereken şey din olmalı iken bu görevi günümüzde sermaye üstlenmiştir. Dijital ortamın herhangi bir uygulaması yerküre üzerindeki birkaç milyar insana hemen hemen aynı saatte istediği şeyi yaptırmaya muktedir olmuştur. Sekülerizmi damardan alan insan gruplarının mezhepleri, teknoloji şirketleridir. Çünkü “yaşamlarını tanzim eden din değildir artık” desem çok uçmuş olmam sanırım.
Dolayısıyla meseleye bu noktadan bakıyor olduğumda yüz yıllardır süre gelen itikat savaşlarının tarafı-taraftarı olmak içimden hiç gelmedi/gelmiyor. Şia inancı da, Ehli Sünnet inancı da amentülerini sünnet ve ayetle delillendirebilecek backround’a ve materyallere sahipler. Bu tartışmaların ve asabiyetlerin bir kesinliğe ulaşması, korkarım, hiçbir zaman mümkün olmayacak. Bir kültür havzası içerisinde kendi kodları ile şekillenen insanların fıtri yönelimleri olarak yorumluyorum ben bu tercihleri.
Bir kıyaslamayı doğru bulmamakla beraber, Şia’nın kırk yıllık son sürümünü oldukça dinamik bulduğumu söyleyebilirim. İran’ın entelektüel seviyesinin Türkiye ile kıyaslanamayacak kadar ileri de olduğunu da. Fakat pozitivist, modernist, postmodernist rüzgârlar insanları nihilist/agnostik bir mecraya doğru dökerken, biraz olsun kapsayıcı ve kucaklayıcı olma temelli bir aklı kuşanamazsak, Şii ya da Ehli Sünnet oluşumuz, pek ete kemiğe bürünemeyecek gibi görünüyor gelecekte.
Yani günahımızla sevabımızla Allah’a, Peygamber’e ve Kuran’a iman eden iyi insanlar/Müslümanlar olmayı, yaşadığımız toprakları adaletin inşa edildiği, yaşanabilir şehirlerle donatmayı, nimetin adil dağıldığı, kimsenin düşüncelerinden dolayı korkmak zorunda kalmadığı yurtlara dönüştüremezsek, hepimizin kaybedeceği açık. Bundan öte, detayları ayrılık ve ihtilaf olarak görmenin kimseye bir faydası olmadığı/olmayacağı da açık.
Sermaye hızla, yerküreye ve üzerindekilere geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde hasarlar verirken Müslümanların soyut meseleler üzerinden haklı olduklarına dair çıkışları ve delilleri çok ilgimi çekmiyor. Müslümanım ve insanca yaşamak istiyorum, bütün meselem bu.
Yavuz Selim Sürer
