Bugün çeşitli ortamlarda hâlâ görünmeyi beceren liberallerin hepsi de, yaygın kanaatin aksine, birer devlet memuru, hizmetkârıdır. Bunların devleti bir kişiye ve bir binaya indirgemelerinin sebebi, iş akitlerinin görülmemesini sağlamak istemeleridir. Kişi ve bina, liberalizmin perdesidir.
Bu ideolojinin salık verilmesinin, memurlarının ortalığı kaplamasının Marksizm açısından yarattığı bir sonuç var. Sınıflar mücadelesini tahakküm, baskı gibi boyutlara kapatan liberalizm, Marksizmi burada boğmakta, onu totaliterizm eleştirisi ile iğdiş etmekte, böylelikle esir almakta, süreç içerisinde de proletarya diktatörlüğü ile ilgili birikimi, tartışmayı, ucu açık pratiği hükümsüz kılmaktadır. Liberallerin sol açısından yaptıklarının sırrını şu Lenin alıntısında bulmak mümkündür:
Marx’ın teorisinde ana meselenin sınıflar mücadelesi olduğu, sıklıkla dile dökülen ve kaleme alınan bir husustur. Bu yanlış anlayış, çoğunlukla Marksizmi oportünizmle çarpıtır ve onu burjuvazinin kabul edeceği bir ruhla donatarak tahrif eder. Çünkü sınıflar mücadelesi teorisini yaratan Marx değil, Marx’tan da önce burjuvazinin kendisidir, genel bir ifadeyle sınıflar mücadelesi, burjuvazinin kabul ettiği bir şeydir. Sadece sınıflar mücadelesini kabul edenler, henüz Marksist değildirler; hâlen daha burjuvazinin ve burjuva politikasının tayin ettiği sınırlara tabidirler. Marksizmi sınıflar mücadelesi teorisi ile sınırlandırmak demek, Marksizmi budamak, tahrif etmek ve onu burjuvazinin kabul edeceği bir şeye indirgemek demektir. Sadece Marksizmi sınıflar mücadelesini kabulden proletarya diktatörlüğünü kabule doğru genişleten kişi, Marksisttir.[1]
Gezi ayaklanmasında “böylesi bir ayaklanmaya hazır değildik” diyen örgütler, esasen örgüt olmadıklarını itiraf ettiler. Proletarya, diktatörlük mevzuları sulandırıldığı gibi, sınıflar mücadelesi de arkaik kabul edilmeye başlandı. Ayaklanma, böyle bir momentte yaşandı. Bugün her fırsatta liberallere giydirenler de o liberallere suç ortaklığı yapıyorlardı.
Gezi ayaklanmasının ikinci günü, bir vakitler faal olan Friksiyon isimli l’équipe’ten bir genç, şunları söylüyordu: “Yaa şu olayla ilgili bir yazı yazacağım, ayaklanma konusunda Lenin’den hiçbir şey gelmiyor aklıma. Lise yıllarında okumuş unutmuşuz Lenin’i, o gün bugündür de Foucault okuyoruz, orada da ayaklanma konusunda hiçbir şey yazmıyor. N’apıcam ben?”
İşte bu çizgi çekildi, bu alaycı tavır hâkim kılındı. Alaycıydı, çünkü o ayaklanma üzerine Lenin’den bahsedenin ağzına ıslak bezle vurmak modaydı. Bireyin dünyasına soğuk gelen her şey, soğuk biralar aşkına, tasfiye edildi. Devlet, proletarya diktatörlüğü ve tarihsel-toplumsal planda çağrıştırdığı her şeyi böyle toprağa gömdü. Kitle elekten geçirildi, bireyler bağra basıldı. Onlar, tek tek, “senin kıymetini bilmez onlar” denilerek avlandılar. Kariyere ve kimliğe saygı, köleliğe bağlandı.
Bugün benzer bir avlama pratiği dâhilinde İslam ve Sol Çalıştayı[2] düzenleniyor. Aynı örgütten iki kişi, çalıştaya katılıyor, bunlardan biri sonrasında nedamet getiriyor, birilerine şu şekilde hesap veriyor: “Sağdan ve soldan katılımcıların çoğu ‘İslamî düşüncenin eşitlikçi ve devrimci olduğunu’ söylediler. Ben itiraz ettim ve ‘eşitlikçi, devrimci olduğunu düşünsem solcu değil, İslamcı olurdum’ dedim.” Aynı çalıştaya katılan yoldaşı ise “dini, sosyalizmin mücadelesinin pratik bir unsuru olarak görebiliriz” diyor.
Yani her nabza göre şerbet veriliyor. Özünde bir ML değil, Fukocu partiden söz edilebiliyor burada. Öte yandan başka bir yoldaşları ise bugünlerde “Hrant Dink’in katilinin devlet değil, devletin içindeki bir ekip olduğunu, -dün ya da bugün fark etmez- söyleyen ya da ima eden, devlete egemen olanın yanındadır” diyor. Dün ise aynı kişi, “devletin içinde iki kanat var, ezilenler bu kanatlardan birinin altına toplanmalı” diyordu.
Bu kişilerin bağlı olduğu örgütse uluslararası planda dağıttıkları bildirinin köşesine, “anarşistlerin Marksizmin gerçek düşmanları olduklarına inanıyoruz” [3] diyen Stalin’in resmini iliştiriyor ama bir yandan da örgüte anarşistleri dolduruyor, anarşist pozlar kesiyor, anarşist “siyaset”i yaldızlıyor. Bu Entrizmsiyasetinin bir söylem iktidarı tesis edeceği düşünülüyor olsa gerek.
Nabza göre şerbet, söylem üstünlüğünü, iktidarını ele geçirme niyeti, boşa kürek… Bu sebeple başka isimler altında etrafa saçılıyorlar, her taşın altında onlar çıkıyor ki egemenlere tek taş atılmasın! Bu iktidarın “kitle”ye düşman, “kitle”siz olduğu görülmeli. Çünkü bugün birileri, “işçi” veya “silâh” deyince küçük burjuvalıktan kurtulup proleterleştiğini zannediyorlar. Küçük burjuva ancak kendisine poz kesebiliyor.
Stalin, bahsi geçen metinde, “anarşizmin köşe taşı birey, Marksizminki kitledir”[4] diyor. Bu, sol örgütlerin tüylerini diken diken edecek bir söz. O nedenle onu “işçi” bulup tiksinilecek bir şeymiş gibi takdim ediyorlar. Bu sebeple Lenin’e saldırmak için Stalin’e, Marx’a saldırmak için Lenin’e hücum ediyorlar. Kitle konusundaki tiksinme imkânını, liberallerin pişirdiği, feminizm, antropoloji, sosyolojiden oluşan malumat çorbası veriyor. AKP’yi bahane edip ülkeden, verili gerçekten kaçan bireyleri avlamanın hesabını yapıyorlar. Marksizmi köşe taşsız bırakıyorlar.
Çünkü özne ve iktidar, cinsellik ve iktidar, bilgi ve iktidar denildikten sonra, bugünde muktedir olmak için öznelliğe, cinselliğe ve bilgiye/söyleme mülkiyet üzerinden bakılıyor, buradan ilişki kuruluyor. “Yeni insanı bugünde kuracağız” diyenlerle, “bugünde iktidar odakları kuracağız” diyenler, devrime asla inanmıyorlar, ona örgütlenmiyorlar, onu örgütlemiyorlar. Bu iki cümle de devrim hilafına dillendiriliyor. Bu kesimler, iktidar ile mülkiyet arasındaki doğal ilişkiye örgütleniyorlar, o yüzden Venezuela’ya ses çıkarmıyorlar. Çünkü iktidarın mülkiyet ve rekabet için yol açmasını devrim olarak kodlamışlar.
Buradan da sınıfsal zeminde işçi, yoksul ve ezilen olmaktan bıkmış olanlara masallar anlatılıyor, bu durumdan, bu hâlden kurtulma yalanları söyleniyor. Özne, cinsellik ve bilgi, buna göre örgütleniyor, hap niyetine, sürüden ayrılmış bireye takdim ediliyor. Kitle düşmanlığı, bu tür teorik ara sokaklara sarhoş kafayla dalıveriyor.
Söylem iktidarı konusunda bu sol örgütlerin Erdoğan’ın izinden gittiği görülüyor. Erdoğan, her gün bir tartışma açıyor ve kendisi kapatıyor. Söyleme, düşünceye ipotek koyuyor. Sol örgütler de kurdukları kültür merkezlerinde bu sebeple diksiyon ve hitabet dersleri alıyorlar, bu yüzden sosyal medya hesaplarına katkıyı örgütlenme faaliyeti zannediyorlar. Söyleme sahip olduklarında, özne, söylem, bilgi ve cinsellik konusunda hâkimiyet kurduklarında, iktidar olacaklarını sanıyorlar. Yanlış hesap hep Bağdat’tan dönüyor.
Çünkü gerekli çentikler atılmadığı ölçüde, İktidar dışı iktidar alanları, İktidarın uzantısı olarak örgütleniyorlar. Çünkü burjuvazi bayrağı aristokrasiden ve krallardan devraldığı günden beri, o yaban ve kara kalabalığı ne yapacağını bilemiyor. Demokrasi, hukuk, meclis vs. bunun için var. Eskiden aristokratlar, şövalyeler koşuyor cepheye ama burjuva çağında burjuvalar, silâhı yoksul halka teslim etmek zorunda kalıyor. Ama o silâhın kendisine çevrileceğini de biliyor. O nedenle her dönem kitle içerisine kendi unsurlarını, sigortalarını yerleştiriyor. Fazla akımda o sigortalar atıyor, yerine yenileri takılıyor. Proletarya avam, diktatörlük demode, kitle tekinsiz bulunuyor. O nedenle “yeni plebler” arayışına giriliyor. Bir açıdan devletin göç sonrası Fransa’ya akan kitleye sineceği sürece düşünsel katkı sunuluyor. Eşitsizlik geri plana alınıp, yoksulluk eleştirisi temelinde neoliberalizme bağlanılıyor. Felsefî zemin buna göre örülüyor. “Neoliberalizmin, antropolojik modellerini bireye yansıtmayan, devlet karşısında bireye daha fazla özerklik sunan bir düzen olarak tahayyül edilmesi”nin[6] sebebini burada aramak gerekiyor.
Bu kurgunun “sürüden ayrılmış”, onları aşağılama imkânına kavuşmuş bireylere sıcak gelmesi doğal. Bu bireyler, bilgi, söylem ve cinsellik bilgilerini, kişiye ve binaya indirgenmiş soyut iktidara karşı soyut bireysel iktidar alanları oluşturmak için kullanıyorlar. Kendisini sabite kabul eden, kazık gibi toprağa sabitleyen birey, kendisi dışındaki her türden harekete, işleyişe, canlılığa düşman kesilmeyi politika zannediyor. O, tersten, politikanın imkânlarını ortadan kaldırmaya bakıyor. Fransa’ya göç eden yoksulların, ezilenlerin dilsizleştirilmesi için teorik kılıf buralarda örülüyor. O teori, kitleyi lügatten, dilden, teoriden, sokaktan kovuyor. Öldürdükleri Stalin’se makalesinde proletarya diktatörlüğünü “sokağın diktatörlüğü” olarak tarif ediyor.[7] Onu kabulü içermeyen Marksizm, hükümsüzleşiyor.
Alay-ı vâlâ ile Fukoculuk yapanlara son bir hatırlatma yapmak gerek: Yönetmen Michelangelo Antonioni 1970’te Zabriskie Noktası isminde bir film çekiyor. Filminin başında yapacakları eylemi tartışan üniversiteli gençler görülüyor. Ortama siyah gençler hâkim. Yapılacak eylemde kitleselleşmenin değil, devrimci şiddetin gerekli olduğunu vurgulayan siyah genç, konuşmasının sonunda şunu söylüyor: “Molotof dediğin, benzinle kerosenin karışımıdır, radikal beyazlar ise zırva lafla otun karışımı.”[8]
Bu filmin çekildiği tarihten beş yıl sonra, Michel Foucault’yu arkadaşları ikna ediyorlar ve filmde de gösterilen, çölün ortasındaki Zabriskie Noktası’na götürüyorlar, orada hep birlikte uyuşturucu kullanıyorlar (asit). On saatlik deneyin ardından Foucault’nun eserlerinin içeriğinin ve fikirlerinin değiştiği iddia ediliyor.[9] Demek ki filmdeki o siyah devrimci, haklı: mesele, Molotof şişesi mi yoksa içi boş laf ve uyuşturucu dolu şişe mi olunacağında. Foucault partisi ilkine düşman, ikincisine dost…
Yusuf Karagöz
Dipnotlar
[1] V. I. Lenin, State and Revolution, Marxists.org.
[2] Cidal Haksoy, “Talip”, İştirakî.
[3] J. V. Stalin, Anarchism or Socialism?, Nisan 1907, Marxists.org.
[4] J. V. Stalin, a.g.e.
[5] Daniel Zamora, Foucault and Neoliberalism, s. 56.
[6] Daniel Zamora ile Mülâkat, “Can We Critize Foucault?” 10.12.2014, Jacobin; Türkçesi: “Foucault’yu Eleştirebiliyor muyuz?”, İştirakî.
[7] J. V. Stalin, a.g.e.
[8] Akt.: Eren Balkır, “Kürd’ün Rahlesi”, İştirakî.
[9] Nalan Kurunç, “Foucault’nun Ölüm Vadisi’ndeki Asit Deneyi”, Postdergi.
